İstinye Üniversitesi

Tarihsel ve Muhayyel Yönleriyle Mimar Sinan

Prof. Dr. Uğur Tanyeli, Yeni Çıkan Kitabı Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel Değerlendirdi.

Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanımız Prof. Dr. Uğur Tanyeli, Mimar Sinan’ın mimarlığını, yaşadığı çağı, mimarlığın tarih yazımı yönünü ve popüler imgelemde Sinan’ın ve döneminin bugün nasıl hayal edildiğini, yeni çıkan kitabı Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel üzerinden değerlendirdi.

 

‘’Dönemin Mimarlığının Teknik ve Düşünsel Zeminini Anlamayı Deniyorum’’

Üç bölümden oluşan kitabın ilk kesimi Sinan çağının değerlendirmesi; 16. yüzyıl Osmanlı kültür ortamının mimarlık meselelerine nasıl yaklaştığını aydınlatmayı deniyor. Mimarlık o dönemde nasıl bir toplumsal, teknik ve düşünsel zeminde yapılıyordu konusunu anlamayı deniyorum. Bunu da farklı mecralarda hangi farklı mimarlık kavrayışları üretilirdi sorusunu sorarak ele alıyorum. Sözgelimi, o dönemin mimarlığında uygulanan pratik matematik bilgisini ortaya koymaya çabalıyorum. Mimarlık her çağda matematiksel pratikler kullanılarak yapılır. Sorun şu ki, her çağda ve her yerde aynı matematik bilgisiyle çalışılmaz. O halde sorulması gereken, Sinan ve çağdaşlarının hangi matematik bilgisiyle ve nasıl çalıştığı sorusudur. Ardından, mimarlığı mümkün kılan ekonomik koşulları ve o alana aktarılan mali kaynakları tartışıyorum. Bu konu genellikle 16. yüzyılın bir kaynak bolluğu yüzyılı olduğu inancıyla anlatılmıştır. Oysa bugün kaynakların fazlalığından daha önemli olanın onların ekonomik arka planı olduğunu biliyoruz. O kaynaklara sahip olan Osmanlı üst sınıflarının o kaynakları nasıl edinip nasıl harcadığını ortaya koymak zorundayız. Özetle, onların kapitalist yatırımcılar olmadıklarını dikkate almayan açıklamaları sorunlaştırıyorum. Bir diğer bölümde Osmanlı yazı dilindeki farklı anlatılarda mimarlıktan nasıl ve ne kadar konuşulduğunu araştırıyorum. Osmanlı üst sınıflarının fiziksel ve mimari çevreyi nasıl dile döktüğünü yorumlayan bir bölüm bu. Onu izleyen bölümse aynı Osmanlıların fiziksel, kentsel ve mimari gerçeklikleri nasıl görselleştirip resmettikleri üzerine. Bu iki bölümün ele aldığı meseleyse şu: Dünyayı yazma ve görselleştirirme pratikleriyle planlama ve inşa etme etkinlikleri birbirlerinden bağımsız düşünülemezler. Görme, yazma ve tabii ki hesaplama mimarlık üretmekle doğrudan bağlantılıdır.

‘’Dünyayı Kavramakla Mimarlık Yapmak Doğrudan İlişkili.’’

Kitabın “Tarihsel Sinan” bölümü, çalışmamın en hacimli parçası. Burada genel bir Mimar Sinan monografisi veya hayat öyküsü yer almıyor. Sadece bazı konular özelinde Sinan mimarlığının yorumlanması deneniyor. Örneğin, “Osmanlı düşünce gelenekleriyle mimarlık arasında bir bağıntı var mı” sorusunu soruyorum. Çünkü dünyayı kavramakla, soyutlamakla mimarlık yapmak doğrudan doğruya ilişkili. Sinan hakkında daha onun sağlığında yazılmış yaşam öykülerinde mimarlık meseleleri nasıl bir yaklaşımla ele alınıyor konusu diğer bir bölümün eksenini oluşturuyor. Başka bir bölüm mimari yenilikçilik kavramının Sinan çağındaki mevcudiyetini (varolup olmadığını) tartışıyor. Ardından, Sinan mimarlığıyla Geç Antik mimarlık arasında bir akrabalıktan konuşulabilir mi sorusunu yanıtlamayı deneyen bir bölüm geliyor. Bir diğer bölüm, 16. yüzyıl Osmanlı dünyasının en önemli siyasal sorunu olan ve mimari bağlamda genellikle geçiştirilen Şii-Sünni çatışmasına ilişkin. Onun da mimari uzanımları var. “Tarihsel Sinan” kesiminin bölümlerini kısaca özetlemeyeyim. 540 sayfalık çok hacimli bir kitabı üç cümlede anlatmak gerçekçi olmayacak. Daha önemlisi yanıltıcı olacak.

Prof. Dr. Uğur Tanyeli, yeni çıkan kitabı Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel’i tüm yanlarıyla değerlendirdi

‘’Mimar Sinan Bizim İçin Nasıl ve Neden Çok Önemli’’

Kitabın son kesimi “Muhayyel Sinan” ise bugünün Türkiye’sinde Sinan bizim için nasıl ve neden çok önemli sorularını soruyor. Ancak bu sorulara onu dünya tarihindeki yerini anlatarak yanıt vermiyorum. Bu kesim 16. yüzyıla değil, bugüne ilişkin. Biz 21. yüzyıl Türklerinin Sinan’ı nasıl hayal ettiği hakkında. Örneğin, ona ilişkin efsaneler üretmeye neden ihtiyaç duyuyoruz? Fizyonomisi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir mimarın neden resim ve heykellerini yapıyoruz? Neden o heykellerde o çağda giyilen giysileri bile doğru yansıtamıyoruz? Neden en iyi olasılıkla geç 19. veya erken 20. yüzyılda inşa edilmiş herhangi bir Ağırnas evini Sinan’ın evi diye takdim etmemiz gerekiyor? Neden Sinan’ı olağan bir 16. yüzyıl Osmanlısı olmaktan çıkarıp kutsallaştırmaya uğraşıyoruz?

“Osmanlı Algısını Tartışan Bir Sosyal Bilimler Güzergahı’’

Kitap; Sinan’ı, mimarlığını ve çağını hem bir tarih yazım konusu olarak ve popüler imgelemde Sinan’ın ve döneminin bugün nasıl hayal edildiğini değerlendirmeyi deneyen iki ana meseleye ilişkin. Bu iki kavrayış birbirine karşıt iki yaklaşım tanımlıyor. Tarih yazımı, Sinan’ın içinde varlık kazandığı, yetiştiği, çalıştığı 16. yüzyıl Osmanlı dünyasının içinde, o dönemin koşullarında nasıl çalışıp düşündüğünü araştırmaya yönelik. “Muhayyel Sinan” ise bugünün Türkiye’sinde egemen olan Osmanlı algısını tartışan bir sosyal bilimler güzergahı. Tarih yazımı bir uzmanlık alanı. Muhayyel Sinan’ı anlamayı ve anlamlandırmaya yönelik olan kesimse farklı birkaç akademik disiplinin meselesi. O disiplin ortamda mevcut ve topluma yaygın 16. yüzyıl ve Sinan düşlerinin neden ve nasıl ortaya çıktığını inceliyor. O kesimde tarih yazımından farklı sorular sormak gerekiyor. Neden dört yüzyıl önce yaşamış ve ürünler vermiş bir Osmanlı’yı çağdaşımız gibi, sanki bugün mimarlık yapmış biri gibi görmek istiyoruz? Buna verilecek yanıt, “çünkü yanılıyoruz” kadar yalın olamıyor. Toplumsal yapılarda gizli, toplumsal psikolojide tanımlı, yüzyılı aşkın süredir maruz kaldığımız ideolojik bombardımanların ürünü olan nedenleri var bunun. Onları kavramak istiyorum.

Prof. Dr. Uğur Tanyeli, yeni çıkan kitabı Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel’i tüm yanlarıyla değerlendirdi

‘’Bugünkü Sinan’ı Anlatmaya Uğraşıyorum.’’

Benim kitabımı diğerlerinden ayıran şey bence Sinan’ı gerçekçi bir yaklaşımla iki ayrı tarihsel bağlama yerleştirme çabasıdır. Birinci tarihsel bağlam onun yaşadığı 16. yüzyılla tanımlı, ikincisiyse bugünle. Unutmayalım ki, bugün de bir tarihsel bağlamda yaşıyoruz. Sinan’a, mimarlığa, Osmanlı’ya, hatta herşeye ilişkin her söylediğimiz bugünün tanımladığı tarihsel bağlamda söyleniyor. Mutlak bir kişisellik içinde söylenmiyor. Mutlak bir “şimdi” kavramının kronolojik sınırları içinde de söylenmiyor. Bugün diyerek basitçe özetleyiverdiğimiz, ama aslında uzunca bir tarihsel aralıkta konuşuyoruz. Dolayısıyla ben 16. yüzyılı ve Sinan mimarlığını olduğu kadar, bugün tarihini yazdığımız, üzerine düşler kurduğumuz bugünkü Sinan’ı da anlatmaya uğraşıyorum. Bir anlamda Sinan’ı ve çağını anlamaya çalıştığım kadar bugünkü “biz”i ve “şimdi”yi de anlamaya çalışıyorum. Bu ikisi birbirinden koparılamaz. Daha açık bir anlatımla, tarih yazan kişi tarih diye nitelediği geçmişi yazarken, amaçlamasa da dolaylı olarak bugünü de yazar. Geçmişi anlatırız, ama bugünün bağlamında anlatırız. Kendi çağımızı ve kendimizi açığa dökeriz. Ben, istese de istemese de her tarihçinin kaçınılmaz olarak zaten yaptığını, özellikle hedef alıp vurgulayarak yapıyorum.

‘’Elimizden Alınıverecekmiş Gibi Bir Korkuyla Yaklaşıyoruz’’

Bu kitabı yazmaya iten bir motivasyondan konuşacaksam anlatmaya gençliğimden başlamam gerekir. Ama bana ardınızdaki itici güç nedir diye sorarsanız, Sinan’dan konuşmaya başladığım on yıllar öncesinden beri karşılaştığım tepkilerden ötürü yazıyorum diyebilirim. Daha doçentlik başvurusu yaptığım o dönemde bile, bir jüri üyesinden “Sinan konusunda yazdıklarının öğrencilere aktarılması sakıncalıdır” diye bir rapor almayı başarmıştım. Böyle tepkiler tabii ki ciddi bir motivasyon oldu. Özetle yazdıklarımı, söylediklerimi anlamayanlara, daha fazla da anlamak istemeyenlere çok şey borçluyum. Çünkü tam da o anlamaya direnme meselesini dert edindim. Kısacası, neden Sinan üzerine düşünür ve tepkiler verirken bugünkü Türkiye’deki kadar yüksek bir asabiyetle davranıyoruz? Sinan konusunu neden olağan bir tarihyazım sorunsalı olarak sükunetle tartışamıyoruz? İtalya’da Bramante’nin, Alberti’nin, İngiltere’de Wren’in, Fransa’da Mansard’ın, Almanya’da Schinkel’in ve benzerlerinin tarihlerini yazanların soğukkanlılığıyla düşünemiyoruz? Sinan konusuna sanki o elimizden alınıverecekmiş gibi bir korkuyla yaklaşıyoruz? Sanki değerinden ve öneminden bir şey yitirecek sanıyoruz.  

‘’Onların Bizim Himayemize, Övgülerimize veya Yergilerimize İhtiyaçları yok’’

Hiç kuşkusuz Türkiye’de akademik tarihçiliğin dar bir bölgesi dışında genel eğilim neredeyse tüm tarihsel kişilikleri ikonikleştirmektir. Onları ayrıntısız ikonlara, karton kişiliklere dönüştürmenin çok yaygın olduğu aşikar. Örneğin, Babinger kitabında Fatih’i zaaflarıyla da anlatmaya çabalayabilmişti. Biz tarihsel kişilikleri sürekli övme eğilimindeyiz. Tarihsel kişilikler popüler kültürde bir kez ikona ya da fetişe dönüştü mü artık onlar hakkında ciddiye alınabilir metin yazmak çok zordur. Bunun üzerine yıllar önce “Türkiye’de tarihyazımı çok sıcaktır” diye bir kuramsal açıklama yazmıştım. Tarih, metaforik olarak o kadar sıcaktır ki, çıplak elle dokunmamak, üfleyerek tutmak gerekir. Aksi halde tehlikeli ve sakıncalı bir başlığa değinmek durumunda kalırsınız. Türkiye’de yaygın yaklaşım geçmişi sanki içinde yaşamışçasına bilme inancıdır. Kanuni, Barbaros, Sinan, 2. Abdülhamit’i, hatta adını bildiğimiz hemen herkes adeta gözümüzle görmüş, tanımış olduğumuz kişiliklerdir. Onlara toz kondurmayız. Oysa onların bizim korumamıza, himayemize, övgülerimize veya yergilerimize ihtiyaçları yok. Kapanmış ve bir daha yinelenemeyecek çağların insanları onlar. Tarihleri de o bilinçle yazılmalıdır.

Bugünün dünyasındaki yerimizi küçümsüyoruz

Bizim bu ikonlaştırıcı, fetişleştirici tavrımızın milliyetçilikle doğrudan ilişkili olduğunu iddia etmem. Dünyada en azından 19. yüzyıldan beri milliyetçi ideolojiler geliştirmemiş toplum yok. Ama bizim bu ikonlaştırma yaklaşımımız neredeyse benzersiziz. Bizim sorunumuz gerçekte dünle değil, bugünle. Bugünün dünyasındaki yerimizi küçümsüyoruz. İçimizdeki ve yakın çevremizdeki dış meselelere bile hızlı ve kesin çözümler üretemediğimiz için kahroluyoruz. O yüzden 16. yüzyıl Osmanlısı’nın “vurduğu zaman ses getiren” gücünü düşünüp bugünün dertlerine gerçekçi yaklaşma imkanlarımızı tahrip ediyoruz. Ama bugünden memnun olmadıkça, geçmişi de anlama şansını yitiriyoruz. Başarılı olduğuna emin olduğumuz geçmişin ayna imgesi gibi bir bugün tahayyülümüz var. Orada ak olan bugün kara, o gün güçlü olan bugün güçsüz, o gün yaratıcı olan bugün taklitçi. Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Bu dün-bugün denklemi kuşkusuz yanlış. Yüzyıllar öncesiyle bugün karşılaştırılamaz. Tarihyazım disiplini bu karşılaştırmayı yapmama pratiğidir. Bizse bunu sürekli ve ısrarla yapan bir toplumuz. Aksi mümkün mü? Teorik olarak tabii ki mümkün. Tarihyazımını Türkiye’de de ait olması gereken sakin konumuna iade etmenin vakti geldi ve geçiyor bile... Başka, farklı, bilinegelenlerle çelişik tarihler yazılabilir ve yazılmalıdır. Elimizde mevcut zaten yazılmış tarihlere mecbur değiliz. Dünya genelinde bilinen bu gerçeğe artık bizim de toplum genelinde ikna olmamız gerekir.

‘’Tarih Yaygın İnancın Aksine Yaratıcı ve Üretken Bir Disiplindir.’’

Kimseye öğüt verip doğru yol gösterecek halim yok. Ancak yapılması gereken sadece yeni tarihsel açıklamalar üretmek, mevcut yazılmışları eleştirel bir gözle okumak, tarihin sürekli olarak yeni biçimlerde yazılabileceğine inanmaktır. Tarih çok yaygın inancın aksine yaratıcı ve üretken bir disiplindir. Yazılmış olanlardan farklı tarihler yazılabilir ve yazılmaktadır da. Eskiden yazılmış olanlardan farklı yeni açıklamalar getirmek, eski belgeleri yeni biçimlerde yorumlamak, yazılmamış, dikkat çekmemiş meseleler keşfetmek, yeni metodolojiler üretmek mümkündür. Tarihçilik bunları yapmaktan başka nedir ki? Ancak söylediklerimi başarmak için, her şeyden önce Türkiye ortamındaki cennet geçmişimiz nostaljisini terketmek zorundayız. Hiçbir toplumun olmadığı gibi bizim geçmişimiz de cennet değildi. Ne daha iyi, ne de daha kötüydü. Sadece geçmişimizdi ve olağandı. Geçmişin tanımı sadece geçip gitmiş olmasıdır. Nostalji ise yaşanmamış bir yok-zamanı özlemektir. Geçmişe sakin bir dille ve soğukkanlılıkla yaklaşmayı neredeyse imkansız kılan şey, o naif nostaljimiz.