İstinye Üniversitesi

Uğur Tanyeli: Millet Bahçeleri ile İktidar, Erken Cumhuriyet Dönemi İcadını Gündemine Alıyor

Tarih
31/12/2022
Yayın
Özgür Denizli
Yayın Türü
Elektronik

Millet bahçelerinin çok eskimiş bir kavramı yeniden gündeme getirdiği kesin. Çamlıca’da 1860’lardan başlayarak kurulan Millet Bahçesi bile bu adı taşıyordu.

‘BAHÇE MİMARİSİ HAKKINDA KONUŞMAK PEK MÜMKÜN DEĞİL’

Selçuklu ve Osmanlı çağı bahçelerine geçmeden önce, özellikle İstanbul’da Bizans bahçeleri hakkında bilinenler neler? Örneğin, Mese Yolu üzerindeki meydanlarda peyzaj var mıydı?

Bizans bahçelerine ilişkin hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Ancak özgün dönem belgelerinde Bizans dönemindeki doğa kavrayışı bağlamında yorumlanabilecek bazı bilgiler var. Hatta bu konuda kapsamlı bir akademik çalışma da mevcut ancak bahçe mimarisi konusunda konuşmak pek mümkün değil. Buna karşılık İstanbul’un Geç Roma ve Bizans dönemi meydanlarının mimarisi hakkında daha geniş bilgiye sahibiz. Bunların spontane oluşmuş açık alanlar olmadığı, tasarlanmış yapı kompleksleri olarak biçimlendirildiğini kesin olarak söyleyebiliriz. Fakat Osmanlı dönemine ulaşmış Mese yolu üzerinde bir forum yok. Bunlar muhtemelen uzun Bizans binyılı içinde büyük ölçüde tahrip olmuşlardı.

Anadolu Selçuklu çağında kamusal ve konut gibi özel mekanlarda bahçe mimarisi hakkında ne tür bilgilere sahibiz? Dönemin Varka ve Gülşah gibi veya İran kaynaklı diğer minyatürlü edebi yazmaları bahçeler hakkında bilgi veriyor mu?

Anadolu Selçuklu bahçeleri hakkında bilinenler de ne yazık ki çok sınırlı. Beyşehir Gölü kıyısında Kubadabad Sarayı’nın doğa içinde dağınık ayrık yapılardan oluştuğu kapsamlı arkeolojik kazılar sayesinde anlaşıldı. Burada bir av parkı bulunduğu da biliniyor. Ancak peyzajı hakkında bilinen bir şey yok. Dolayısıyla bu erken dönemin minyatürlerinden peyzaj hakkında bilgiler derlenebileceğini de söyleyemeyiz.

uğur Tanyeli

‘TURGUT ÖZAL’IN ANNESİ BİLE BURAYA GÖMÜLDÜ’

Osmanlı kentlerinde meydan veya peyzaj düzenlemesi planlı olarak yapılmış mekanlar var mıydı? Bu bağlamda külliyelerin geniş bahçelerini nasıl değerlendirmek gerekir?

18. yüzyıl öncesinde Osmanlı kentlerinde kamusal mekânın planlandığı bir örnek yok. Fatih ve Süleymaniye Külliyeleri gibi geometrik ortogonal düzen gösteren yapı kompleksleri var. Ancak, onların kent planlama ölçeğini değil, geniş bir mimari ölçeği temsil ettiğini söylemeliyiz. Kent planlama kentin strüktürüne müdahale etmekle başlar. Külliye planlamasıysa geniş bir kentsel alanın çok sayıda yapıyla donatılması şeklinde açıklanabilir. Bu külliyelerdeki açık mekanların nasıl bitkilendirildiği, dolayısıyla peyzajı hakkında da bir şey söyleyemiyoruz. Ancak özgün halinde Kanuni’nin türbesi çevresindeki alanın bir tür peyzaj düzenlemesine tabi olduğunu, bir gül bahçesi olarak biçimlendirildiğini biliyoruz. Bir dönem resminde Hürrem ve Kanuni türbelerini içeren hazire duvarının çevrelediği alanın içinde bir kapıdan ötekine uzanan bir “arbor”la da karşılaşılıyor ki, bunun 16. yüzyılda başka bir örneğini göremeyiz. Bu çok ilginç alan Süleymaniye Vakfiyesi’ndeki aksi doğrultuda açık hükme rağmen, sonraki yüzyıllarda bir mezarlığa dönüştürüldü ve hala da bu süreç acıklı biçimde devam ediyor. Düşünün Turgut Özal’ın annesi bile buraya gömüldü.

18. yüzyıl öncesi Osmanlı bahçe tasarımı için söylenebileceklerse sınırlı. Özgül bir planlama iradesini yansıttıklarını iddia edemeyiz. Ancak Osmanlı bahçeleri için bir tür spontane gelişme ve düzenlemeden söz edebiliriz. Bir geometrik düzen endişesinden bahsedemeyiz. Doğal mekâna geometrik düzen verme kavrayışı doğaya egemenlik kuran modern insan ve antroposen kavrayış çağının doğuşuyla başlar. Osmanlı’nın antroposen dünya kavrayışının erken başlangıcını ise ancak 18. yüzyılda ve kısıtlı ölçüde görürüz.

‘YALNIZCA BATI ETKİSİYLE AÇIKLANMASI ZOR’

Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa seyahatinden sonra başta Sadabad olmak üzere Hurşit Paşa Çiftliği, Bülbül Deresi, Kırk Serviler, Ihlamur Mesiresi gibi batılı anlayışta peyzaj düzenlenmesini görüyoruz. Peki, bunları nasıl yorumlamalıyız?

18. yüzyılda ortaya çıkan değişimleri Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa elçiliğiyle başlatmak çok yaygın bir historiyografik yaklaşım. Fakat bunların artık yalnızca batı etkisiyle açıklanması zor olan, çok daha kapsamlı bir dizi değişimle bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Osmanlı’nın doğa kavrayışının radikal bir başkalaşımından söz etmek zor değil. Bunu sadece yeşil alanlarda, bahçelerde değil, Nedim’in şiirlerinde bile fark ederiz. Doğaya egemen insan kavrayışının, antroposen yaklaşımın ilk izlerini görmek de mümkün. Örneğin, Sadabad’da derenin yatağı değiştirilerek bir kilometreden uzun bir kesimi doğrusal yeni bir yatağa aktarılmış ve “Cedvel-i Sim” diye bir yapay su ekseni yaratılmıştı. Ayrıca, planlı bir cirit oynama alanı yapıldığı, Karadeniz kıyısında İnebolu’dan yetişkin binlerce ağaç sökülüp getirilerek planlı bir koru oluşturulduğu da anlaşılıyor. Bunlar hep doğaya aktif müdahale kavramının doğduğuna işaret ediyor.

Aynı dönemde kentlerin çevresini kuşatan tahkimat sistemlerinin de benzer bir değişim sürecine girdiği fark edilir. Eskinin sur gibi duvarlardan ibaret kent tahkimatları giderek tüm Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da da kent çevresinin topoğrafyasına müdahale eden çok büyük ölçekli bir çevre düzenlemesine doğru değişirler. Hiç ilişkili gibi gözükmese de ateşli silahların oluşturduğu tehdidi karşılamaya yönelik bu yeni kentsel savunma sistemlerinin de doğal çevreye müdahale ve doğal çevre tasarımı kapsamında ele alınması gerekir. Aynı ilişki Osmanlı için değil, ama Avrupa için çok kapsamlı biçimde araştırılmış ve yazılmıştır. Kuşkusuz Avrupa hakkında bu açıdan 16. yüzyıldan başlayarak çok daha fazla şey söyleyebiliriz. Hem elde böyle çok sayıda inşai kanıt var hem de devasa bir yazılı ve kuramsal dönem çalışması bulunuyor. Bu konunun Osmanlı dönemi bütününü kapsayacak şekilde çok ayrıntılı akademik çalışmalar yapılmasını gerektirdiği aşikâr.

Uğur Tanyeli söyleşi

18’inci yüzyıl sonlarında Kağıthane, Enderunlu Fazıl’ın Zenanname adlı eserinden.

‘YEŞİL ALANLAR SEKÜLERLEŞEN BİR GÜNDELİK YAŞAMI VAR ETTİ’

Lale Devri’nin ve bu dönemin sonunu getiren Patrona Halil İsyanı simgelerinden biri olarak Sadabad gösteriliyor. Sadabad ve diğer bahçeler hakkında neler biliyoruz? Buralara yüklenen olumsuz simgesel anlamın nedeni olan yaşantı nasıldı?

Sadabad’ın bir kesimi dışında, saydığınız diğer mesire alanlarının planlanmış olmadıkları kesin. Ancak mesireyi ve doğal alanda rekreasyonun yeni formlarını planlanmış olmasalar da çok önemli mimari değişimler olarak okuyorum. İstanbul’un kent çeperindeki bu gibi gündelik kullanıma ve doğayı deneyimlemeye hizmet eden yeşil alanlar devrimsel etkiler yaptılar. Sözgelimi, kadının sosyalleşmesini geliştirdiler ve zaten o taleple ilişkiliydiler. Farklı toplumsal ve etnodinsel grupların karşılaşma imkanlarını tırmandırdılar; bir anlamda sekülerleşen bir gündelik yaşam alanı var ettiler. Hepsinden önemlisi mesireler, mahallenin sıkı denetim rejimi içinde olanaksız bir tür serbestiyet fırsatı yarattılar. Orada kadınlar özgürce piknik yapıyor, müzik dinliyor, salıncak kuruyor, özetle geleneksel toplumsal kabuklarını kırıyorlardı. Hatta karşı cinsle Sadullah Ağa’nın şarkısındaki ifadeyle “Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni” denecek kadar dolaylı yüzleşmeler de yaşıyorlardı. Osmanlı flörtünün bile mesirede doğduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Özetle mesireler, mahallenin büyük gözaltı ortamının dışına çıkmaya imkân verdi. Toplumun bir kesiminin de tepkilerini tetikledi. Dönemin muhafazakâr yazarlarının metinlerinde kadınların doğal çevreye açılmasının ne denli tepki çektiğini görmek mümkündür. Şemdanizade adlı bir dönem yazarı bu nedenle “her mahallede ehl-i ırz denecek üç hatun kalmadı” diye yazacaktı. Dolayısıyla, mesire ve genelde İstanbul’un yakın çevresindeki doğal alanlar hem hevesle kullanıldı hem de geniş bir toplumsal muhalefeti de gerekçelendirdi. Patrona İsyanı başka etmenlerin yanı sıra, bu gerilimin de bir tezahürüdür. Hatta, bu muhalefetin öncelikle kadın toplumsal kimliğindeki yeni değişime yönelik olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla fiziksel mekân sadece fiziksel ve mimari içerikli değildir; doğrudan toplumsal bir gerçekliktir. Bu bağlamda önemi de toplumsallığında gizli. Döneme ilişkin bir başka mesele de Türkiye’de çevresel/fiziksel ve toplumsal modernleşmenin çok ağırlıklı biçimde kadınların sorunsallaştırılmasıyla üretildiğidir. 18. yüzyıldan itibaren değişim hep kadınların sırtında taşıdıkları ve cefasını çektikleri bir yük olmuştur. Bugün de büyük oranda öyledir.

‘AVRUPA İLE YAPILACAK BİR KARŞILAŞTIRMA VERİMSİZ OLUR’

Konut avluları veya bahçelerinin kullanımı açısından Osmanlı ile Safevi (İran) ve Osmanlı ile Fransa, İngiltere gibi Avrupa ülkelerini karşılaştırmak mimarlık tarihi açısından doğru bir yaklaşım olur mu? Özellikle avlulara yüklenen işlev ve süsleme-düzenleme durumları dikkate alınırsa farklılıklar var mıdır?

18 yüzyıl öncesi İstanbul’da Osmanlı konutu avlularından konuşmak anlamlı olmaz. O dönemden kalma bir konut ve avlusu veya bahçesi yok. Bir karşılaştırma için İran mimarisine başvurmak da olanaksız. “Cahar bağ” diye adlandırılan klasik İran, Orta Asya ve Hint bahçelerinin Osmanlı’da hiç örneği yok. Onlar çok farklı bir peyzaj kavramına işaret eder. Avrupa ile yapılacak bir karşılaştırma da verimsiz olur.

18. yüzyılda kimi görsel kaynaklarda rastlanan konutlara eklemlenmiş küçük ölçekli bahçe kompozisyonlarını Avrupa Barok bahçe tasarım yaklaşımıyla bağlantılı düşünmek kuşkusuz mümkün. Fakat Barok peyzajın Versay’daki, Petersburg’da Peterhof’taki, Potsdam’da Sans Souci’deki veya Karlsruhe’deki gibi kilometrekarelerce alana yayılan devasa uzanımlı doğal çevre düzenlemeleriyle ilişkisi buradakilerin mütevazı boyutları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak geniş park ölçeğinde doğal çevre düzenlemeleri burada da ortaya çıkar. Yıldız Parkı, aslında saray bahçesi böyle bir örnektir.

‘MÜSLÜMAN OSMANLILAR YEŞİL ALANLARI HUZUR İÇİNDE KULLANAMADI’

Kamusal/kentsel mekân olarak bahçenin kullanımını doğu ve batı şeklinde ayıran çeşitli tezler var. Sizce böyle bir genelleme yapılabilir mi?

Doğu-batı yarılması artık anlamlı olmaktan çok, uzak bir dünya-tarihsel açıklama modeli. Sayısız farklı durum var. Doğu-batı gibi bir genelleme yapılamaz. Kentsel, doğal, kamusal ve özel mekanlar bağlamında Osmanlı ile İran da birbirlerinden Fransa ya da İngiltere ile oldukları kadar farklıdır. Karşılaştırmalar farklı yer ve zamanlardaki farklı mimari çevre ve doğal alan kavrayışları araştırılarak kabaca yapılabilir.

Doğal çevreye olduğu gibi kentsel mekâna da radikal müdahale fikri hiç kuşkusuz İtalya’da başlar. Planlı meydanlar orada daha 15. yüzyılda belirir. 16. yüzyıl biterken Roma’dan başlayarak bir kentin tüm ulaşım ağı geometrize edilir. Doğrusal ulaşım eksenleri yapılır. Yeşil alan planlamaları da yine İtalya’dan ve 16. yüzyıldan itibaren gündeme gelir. Fiziksel çevre genelde doğaldan inşaiye kadar her ölçekte insanın matematiksel iradesinin egemenliğine girer. Doğayı ve kenti bir anlamda insanlığın tasarımsal iradesine, hatta keyfine göre biçimlemenin yolu daha 16. yüzyılda açılır. Türkiye’de de 18. yüzyılda başlar ama 19. yüzyılda bile hala mutlak iradesini kentsel ve doğal ölçekte ortama dayatan bir tasarımcı özne fikri ortada yoktur. Kamusal işlevli kent içi parkları da batı ve orta Avrupa’da 18. yüzyılda görülmeye başlayacaktır. İstanbul’da 1860’lar eşiği öncesinde küçük ölçekli bir kent parkı bile henüz yoktur.

Ancak mesirelerin 18. ve 19. yüzyıllardaki kullanımının Avrupa’daki kent parklarına benzer nitelikte olduğu kesin. Yaklaşık aynı işlevleri görmüş ama buradaki rolleri çok daha tepkisel olmuştur. Erken Osmanlı romanlarında bile mesirenin o zaman olumsuz diye lanetlenen etkilerine yönelik muhalefet belirgindir. Kısacası, Osmanlıların ya da İstanbullu Müslüman Osmanlıların yeşil alanları huzur içinde kullanabildikleri söylenemez. Geleneksel toplumsallığı bozdukları, gayriahlaki ilişkileri tetikledikleri savı 19. yüzyıl sonlarına kadar bitimsizce yinelenmiştir.

‘OLAĞAN BİR YEŞİL ALANA MİLLET BAHÇESİ DEMEK ANLAMLI DEĞİL’

Avrupa’da park ve bahçeler üzerinden iktidarın gücünü göstermesi, iktidar ve güç sembolü olarak kullanılması geçtiğimiz yüzyılda kaldı artık. Kentlerin dokusundaki parklar yaşamın, kentlerin vazgeçilmez bir parçası. Hal böyleyken iktidar, neden bu derece içselleştirilmiş, halkın olmazsa olmaz seyir alanları üzerinden eski bir propaganda aracıyla millet bahçesi kavramını kullanmak istiyor?

Millet bahçelerinin çok eskimiş bir kavramı yeniden gündeme getirdiği kesin. Çamlıca’da 1860’lardan başlayarak kurulan millet bahçesi bile bu adı taşıyordu. Erken Cumhuriyet döneminde de özellikle Anadolu kentlerinde çeşitli ölçeklerde millet bahçeleri inşa edildiği bilinmeyen bir mesele değil. Onlar pek çok kentte oluşturulan ilk örgütlü, tasarlanmış yeşil alanlardı. Kentsel modernleşme amaç ve ideolojisinin bileşenleriydiler. Yeşil alan kullanımını ve piyasa yapma etkinliğini pek çok kentte kentliler ilk kez oralarda deneyimledi. Yeni kentsel rekreasyon ve sosyalleşme fırsatları ilk olarak oralarda gündem geldi. Onlar küçük ölçeklerinin ötesinde önemli toplumsal roller oynadılar. İktidar herhalde hiç farkında olmadan Erken Cumhuriyet dönemi icadı bir kentsel elemanı kendi gündemine alıyor. Kökendeki modernleşmeci ve çok anlamlı sosyalleştirici gerekçelerinden boşaltarak o da yeşil alanlar oluşturmayı deniyor.

Fakat bugün yeşil alan yapmak için ideolojik bir iradeye ihtiyaç yok. Toplum yeşil alan talep ediyor zaten. Dolayısıyla, bunun nasıl bir ideolojik gerekçesi olduğunu bilmiyorum. Bir kent parkı yapmak için merkezi yönetimin işe karışmasının artık gerekmediği de aşikâr. Belediyeler böyle işler için var zaten. Bence tek açıklama, iktidarın Gezi olaylarında geniş grupların Gezi Parkı’nı savunma amacıyla harekete geçmesine karşı bir tür “park yanlısı” yanıt vermeyi denemesi olmalıdır. “Biz de yeşil alanlar istiyoruz ve seviyoruz” gibi bir argümanla düşündükleri kanısındayım. Ancak yeşil alanlar yapma meselesinin bile Türkiye’deki siyasal yarılmada bir veri haline gelişi ilginç. Bugün olağan bir yeşil alana millet bahçesi adını vermenin anlamlı olduğunu da söyleyemem. Bu ad bile artık o kadar eskimiş ve içeriksizleşmiş ki, bunu nasıl fark etmediklerini anlamaktan acizim. Bence, iktidarın siyasal argümanların iyice lümpenleşmesinden başka bir şeye işaret etmiyor bu girişim.

‘YEŞİL ALAN KIYIMI KENTTE VE KIRDA BİR POLİTİKA HALİNE GELDİ’

İstanbul’da Gezi Parkı, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği, Diyarbakır’da Hevsel Bahçeleri ve bunlara benzer daha başka şehirlerde bilmediğimiz ya da gündeme gelmeyen yeşil alanlar aslında birer korunması gereken kültürel miras değil midir? Neden Central Park için akla hiç gelmeyecek dönüşümler Türkiye’de akla gelebiliyor. Yeterince güçlü anıları mı yok bu yeşil alanların?

Yeşil alanların, parkların, oralardaki peyzaj tasarımlarının korunmaya değer nitelikte oldukları tartışmaya gerek olmayacak ölçüde aşikâr. Örneğin, New York’un Central Park’ının 19. yüzyıldaki bitki örtüsünün bile korunup restore edildiğini biliyoruz. Japonya’da bahçe restorasyonu diye bir disiplin bile var. Ben yeryüzünde bir parkı yıkıp yerine bina yapmaya kalkışan bugünkü iktidardan başka bir yerel veya merkezi yönetim de bilmiyorum. Belli ki millet bahçesi yapma iddiası, yeşil alana ve parklara saygı göstermek, tarihseli korumak ve geçmişimize sahip çıkalım gibi iddialarla konuşulduğu halde, o doğrultuda davranmak anlamına gelmiyor. Bunun nedeni, bu alanların yeterince güçlü anıları barındırmayışı veya önemli olmayışları değil, onlara gerçek bir tarihsel ve doğal çevre bilinciyle ve duyarlılıkla yaklaşmama ısrarı. Daha önemlisi, yeşil alan kıyımının kentte ve kırda neredeyse bir politika haline gelmesi